25.7.10

Modern Çağın Tabusu:Mülkiyet

Modern çağda ideolojik manipülasyon için Tanrıya gönderme yapılmıyor. Hukuk devleti, yasallık, mülkiyetin evrensel bir hak olduğu safsatası, demokrasi oyunu, vb. Tanrı referansının yerini almış durumda. Mülkiyetin evrensel bir hak olduğu ısrarla söyleniyor da, mülkiyetin ne olduğu, ne anlama geldiği asla tartışılmıyor, tam tersine mülkiyet kavramı tabulaştırılıyor...

Tabu, üzerinde konuşmanın yasaklandığı, ?dokunulmazlığı? olan, tekin olmayan anlamındadır. Mülkiyet, modern çağın en önemli tabularından biridir ve tüm diğer tabulara kaynaklık etmektedir. Velhasıl, tabuların tabusudur. Bir şeyi, bir olguyu, bir toplumsal süreci, bir şahsiyeti, yaşanmış bir olayı, vb. tabulaştırmaktan amaç, gerçeği gizlemek, gerçeğin üstünü örtmektir. Başka türlü ifade etmek istersek, tabular, şeyleri ortadan kaldırmaya, gözden uzaklaştırmaya, tartışılır ve anlaşılır olmaktan çıkarmaya yarıyor. Gerçeği gizlemekteki amaç da egemenliği, ayrıcalıkları, hiyerarşiyi koruyup, sürdürmektir. Fransız sosyalist teorisyen Pierre Joseph Prudhon, Mülkiyet nedir? başlığını taşıyan ünlü eserinin başlangıç cümlesinde sorduğu soruya, mülkiyet hırsızlıktır cevabını verir. Elbette Prudhon sorunun cevabını iki kelimeyle vermiyor. Neden öyle olduğunu anlatmak için tam 418 sayfa yazıyor. Bana göre [özel] mülkiyet gasptır. Gasp, bir şeye zorla ve/veya hileyle sahip olmak, ele geçirmektir. Fakat benim burada neden öyle olduğunu ortaya koyabilmem için Prudhon kadar uzun yazma olanağım yok. Bir kaç sayfada kısa bir özet yapmakla yetinmem gerekiyor. Yaklaşık son iki yüzyılda [özel] mülkiyet, burjuva düşüncesinin, burjuva siyasetinin ve hukuk sisteminin temel eksenini oluşturdu. Elbette mülk sahibi kapitalist sınıfın, daha geniş anlamda burjuvazinin [özel] mülkiyeti kutsaması, tabulaştırması boşuna değildir. Mülkiyet konusundaki tabulaştırma, ayıbın üstünü örtme işlevi görüyor! Zira, toplumun ortak kullanımına sunulması gereken, toplum tarafından topluca [kollektif] sahiplenilmesi gereken araçların az sayıda insanın özel mülkü statüsüne indirgenmesi, sadece saçma değil, aynı zamanda bir insanlık ayıbıdır...

Öyleyse, kritik soru şu olmalıdır: Bir insanın sahip olduğu şeyler, onun kendi eseri midir, başkasının emeğinin sömürüsünün sonucu mudur? Bir şeyi, bir toplumsal olguyu tabulaştırmanın, tartışma gündeminin dışına atmanın en etkin ve en kestirme yolu, o şey veya olgu hakkında kafa karışıklığı yaratmaktır. Mülkiyet konusunda yapılan da aynı şeydir. Bir kere bir insanın kendisi ve/veya ailesiyle birlikte kullandığı şeyler, ev, mobilya, kap - kacak, halı- kilim, tencere- tava, giysi, vb. İle başkasının emeğini sömürme olanağı ve ayrıcalığı veren üretim araçlarına [geniş topraklar, fabrikalar, bankalar, makinalar, binalar, vb.] sahip olmak aynı şey sayılıyor. Küçük bir toprak parçasını kendi emeğiyle işleyip geçimini sağlayan bir küçük çiftçi ile yüzbinlerce dönüm toprağa sahip olan ve binlerce insan çalıştıran bir tarım kapitalisti, sanki aynı şeymiş gibi sunuluyor. Bir kere bir insanın diş fırçasına sahip olmasıyla, bir başkasının diş fırçası fabrikasına sahibolması aynı şey sayıldı mı, artık ideolojik bulanıklık yaratmak kolaylaşıyor. Bir insan 100 bin dönüm verimli toprağa ancak zorla, şiddet kullanarak, hileyle sahip olabilir ve zor öğesi [şiddet] devreye sokulmadan da koruyamaz.

Üretim araçlarının [özel] mülkiyet konusu olması demek, sadece başkalarının üretim için gerekli araçlardan yoksun olması değil, aynı zamanda yaşam için gerekli araçlardan da yoksun olması demektir ki, bu tür bir yoksunluk durumundakiler için uygun düşen kavram proleterdir. Öyleyse, birilerinin [azınlık] başkaları [çoğunluk] aleyhine olarak zenginleşmesi için, çoğunluğun mülksüzleştirilmesi gerekiyor. Bir kere bu eşik aşıldı mı da, proleterleşmiş emekçiler sermayeyi [mülkiyeti] sürekli büyütüyor. Üretim araçlarının zor ve hileyle küçük bir azınlığın [özel] mülkiyeti durumuna getirilmesi durumu, üretim araçlarından yoksun olan geniş kitlenin gayri insâni yaşam koşullarına mahkûm edilmesi demektir. Çelişik olarak ücretli emek mülksüzleştirilmenin sonucudur ve özel mülkiyetin de yaratıcısıdır... Yaşam için gerekli araçlardan yoksun olmanın nedeni, üretim araçlarından yoksunluktur, yaşam araçlarından yoksunluk da besbelli ki, gayri insânîdir ve bir gasp olan [özel] mülkiyetin sonucudur. Önce kamuya [topluma] ait olması gereken üretim araçları birileri tarafından gasbediliyor, sonra da bu duruma hukukîlik dolayısıyla dokunulmazlık kazandırılıyor. Dolayısıyla, geçerli hukuk sistemiyle gasp arasında garip bir ilişki var... Başka türlü ifade etmek gerekirse, gaspın hukuka önceliği var... İşte zorla el koymanın sonucu olan bu mülkiyet de devlet tarafından korunuyor. Hukuk devleti denilip yüceltilen, dillerden düşürülmeyen işte budur... Eğer mülkiyet gasp ise, meşru da değildir. Yasada öyle yazıyor diye meşru olması da gerekmiyor... O zaman ister istemez geçerli hukuk sistemi kimin eseridir sorusu akla gelir... Bir ülke düşünün ki, o ülkede ekilebilir toprakların %90'ı ve tüm diğer üretim araçları 20 kadar aileye aittir. Bu durum pekâlâ yasal olabilir, zira yasalar da 20 ailenin eseridir ama asla meşru değildir... Zenginliğin esas itibariyle tarıma [toprağa] dayandığı kapitalizm öncesi dönemde yasalar toprağın mülkiyetine sahip olanlar veya fiilen toprağı temellük edenler tarafından yapılıyordu ama ideolojik bir manipülasyon yapılarak, bu durum bir Tanrı buyruğu olarak sunuluyordu. Kapitalizm çağındaysa yasalar çekleri imzalayanlar tarafından yapılıyor... Modern çağda ideolojik manipülasyon için Tanrıya gönderme yapılmıyor. Hukuk devleti, yasallık, mülkiyetin evrensel bir hak olduğu safsatası, demokrasi oyunu, vb. Tanrı referansının yerini almış durumda. Mülkiyetin evrensel bir hak olduğu ısrarla söyleniyor da, mülkiyetin ne olduğu, ne anlama geldiği asla tartışılmıyor, tam tersine mülkiyet kavramı tabulaştırılıyor... Bu yüzden [özel] mülkiyetin radikal bir bilimsel eleştirisi, burjuva toplumunda içi boşluktan asla kurtulması mümkün olmayan, ?hukuk devleti?, ?hukukun üstünlüğü?, özgürlük ve eşitlik gibi kavramların anlaşılması ve teşhir edilmesi bakımından da gereklidir. ?Şanlı? İngiliz Devrimi, Amerikan ?Bağımsızlığı' ve Büyük Fransız Devriminin temel metinleri, onların devamı olan BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi eşitlik ve özgürlük kavramlarını mülkiyet kavramıyla aynı düzleme yerleştiriyor. Nitekim, 1789 tarihli Fransız Anayasası'nın [İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi] ikinci maddesinde: ? her siyasal topluluğun ana amacı, hukukî taahhüt altındaki, doğal insan haklarını korumaktır. Bu haklar özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir? deniyor, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 17'inci maddesinde de: her insanın tek başına ya da başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olmaya hakkı vardır. Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılamaz.? deniyor. Üretim araçları küçük bir azınlığın tekelinde olduğu, geniş toplum kesimlerinin kavramın gerçek anlamında proleterleştiği bir toplumda, bu tür ilke beyanların sadece seyirciyi oyalamak gibi bir işlevi olabilir... Bu aşamada zenginliğin kaynağına dair bazı kısa hatırlatmalar yapmak uygun olur.

Zenginliğin iki kaynağı var: Toprak [doğa] ve emek. Bu ikisi olmadan ne yaşam ne de uygarlık mümkündür. Fakat, toprak insan emeğiyle yaratılmış bir şey değildir. Topluma, tüm insanlığa aittir ve öyle olması gerekir. Topluma, kamuya ait olması gereken toprağın özel şahıslar tarafından mülk statüsüne indirgenmesi, başkalarının topraktan yararlanmasının önlenmesi demektir. Fakat, bir kişinin sadece toprağın sahibi olması yeterli değildir. Toprağı işleyecek köle, serf, reaya veya ücretli tarım işçisine [proleter] ihtiyaç vardır. Başkasının emeğini sömürmeden zenginleşmek, servet sahibi olmak mümkün değildir. Bugün dünyanın en zengin ailelerinin, en büyük şirketlerinin servetinin kaynağı araştırılsa, kaynağın toprak olduğu görülecektir. Toprağın üstüne sahibolan toprak- altı zenginliğe de sahip oluyor. Rockefeller ailesinin zenginliği petrole dayanır, Mellons'ların zenginliği aliminyumdur, vb. Toprağın altındaki milyonlarca milyarlarca varil petrolün bir kişi, bir aile tarafından kullanılması, sahiplenilmesi, mülk edinilmesi kabullenilebilir midir, mantıklı mıdır, haklı mıdır, meşru mudur? Bu aşamada gözden kaçan husus şudur: Birilerinin üretim araçlarının [toprak, fabrikalar, binalar, makinalar...] mülkiyetine sahip olması, sadece başkalarının [çoğunluğun] mülksüzleşmesi, dolayısıyla da yaşam için gerekli araçlardan yoksun olması sonucunu doğurmuyor, aynı zamanda mülksüzleşmiş, proleterleşmiş kitleyi mülk sahibi sınıfın kollektif kullanımına da sunuyor. Zira, başkasının emeğini sömürme olanağı yoksa, ne geniş topraklara, ne de büyük fabrikalara sahip olmanın bir kiymet-i harbiyesi yoktur... Ne topraklar ne de fabrikalar canlı emek devreye girmeden bir sosyal fazla, bir artı-değer, velhasıl zenginlik üretemez. Öyleyse, toprak kamunun ortak kullanımına bırakılmalıdır.

Hava nasıl insanların ortak kullanımına sunulmuşsa, tüm toprak altı ve toprak üstü zenginlik [potansiyel], denizler, göller, ırmaklar, okyanuslar da insanlığın ortak kullanımına sunulması gereken yaşam alanları ve kaynaklarıdır. Bir insanın başkasının emeğini sömürmeden zenginleşmesi, servet sahibi olması mümkün değildir. Başkasının emeğini sömürmenin, başkaları aleyhine zenginleşmenin yolu da üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaktan geçiyor. Ne toprak ne de diğer üretim araçları [fabrikalar, makinalar, aletler, binalar, vb.] kapitalistler [mülk sahipleri] tarafından üretilmiş değildir. Üretim araçları daha önce harcanmış canlı emeğin ürünü olan şeylerdir. Başka türlü ifade etmek istersek, kollektif sosyal emeğin ürünü olan şeylerdir. Bu aşamada W. Godwin'den uzunca bir alıntı yapmak uygun düşüyor: Uygar toplumlarda her türlü zenginliğin kaynağı insan emeğidir. Zengin olmak, bir başkasının emeğinin ürününe el koyma ayrıcalığına sahip olmaktan başka bir şey değildir[...]. Toplumun zengin ve yönetici kısmı en zayıf hayvanları avlayan aslan gibidir. Toprak sahibi ürünün en büyük parçasına el koyar, kapitalist de onun yolundan gider, aynı şekilde gözü doymaz bir tavır içindedir. Oysa, bir başka toplum düzeni için bugün ortaya çıktıkları biçimiyle her iki sınıftan da vazgeçilebilir[...]. Özellikleri ne olursa olsun, bir insanın bir başka insanın emeğinin ürününe el koymasına imkân veren sistemdir. Uygar toplumda hemen hiçbir zenginlik, harcama ve lüks yoktur ki, açıkça insan emeğinden kaynaklanmasın [...]. Herkes içtiği her bardak şarabın, giydiği elbisenin hesabını yapabilir. Birilerinin lüks şeylere sahip olması için kaç kişi köleleştirilmiştir, kaç kişi alınteri ve emek harcamıştır, yetersiz beslenip aralıksız çalışmış, koyu bir cehalete itilmiş ve kaba duyarsızlığa sürüklenmiştir[...]. Mülkiyet, bugün yaşayan insanların günlük çalışmasının ürünüdür. Bugünün mülk sahiplerine ataları tarafından miras bırakılanlar da, ayrıcalıklarına dayanarak hoyratça hemcinslerinin emeğinin ürününe sahiplenmelerinden başka bir şey değildir. Egemen burjuva düşüncesi [özel] mülkiyeti evrensel, mutlak, kutsal bir hak sayıyor. Elbette egemen burjuva ideolojisinin mülkiyeti gasp sayması beklenemezdi... Fakat, insanlık tarihinin geride kalan dönemlerinde bugünkü anlamda bir [özel] mülkiyet kavramı yoktu. İnsanlar üretim araçlarına değil, yaşam için gerekli tüketim araçlarına sahip olabiliyorlardı. Başta en önemli üretim aracı olan toprak olmak üzere, üretim araçlarına kollektif sahiplenme söz konusuydu. Sadece kişisel kullanım araçları [ giysi, kimi küçük alet-edevat, mücevher, vb...] özel sahiplenme konusuydu. Daha sonraki dönemde emek verimliliği artıp [teknolojik gelişme] entansif tarıma geçilince, toprak da [özel] mülkiyet konusu haline gelmeye başladı ama bugünkü anlamda bir kapsayıcılığa ve belirleyiciliğe sahip değildi. Haraca dayalı prekapitalist toplumlarda toprak imparator, kral, sultan, padişah... tarafından sahiplenilir, çiftçilere kullandırılır, artık ürün haraç şeklinde doğrudan üretici olan köylüden alınırdı. Haraçcı [tributaire] tarzın sınırlı bir versiyonu olan feodal toplumda toprağın mülkiyeti toprak soylularına aitti. Serfler [tenanciers] toprağı angarya karşılığında işlerdi. Mülkiyet kavramı bakımından asıl kırılma noktası kapitalizmle başladı. Üretim araçlarındaki her gelişme mülkiyet alanını genişletirken, mülksüzler kitlesini de büyüttü. Tartışmanın özünü angaje etmediği için, burada daha çok hukuk terimleri olan temellük, zilyedlik, intifa hakkı üzerinde durmamız gerekmiyor.

Fakat, önemli saydığımız bir hususu hatırlatmakla yetinebiliriz: Birincisi, devlet mülkiyetiyle sosyal mülkiyet veya aynı anlama gelmek üzere sosyal sahiplenme birbirine karıştırılıyor veya aynı şey sayılıyor; İkincisi de, sosyal veya kamusal mülkiyet aleyhine olarak özel mülkiyet teşvik ediliyor. Oysa, üretim araçlarının devletleştirilmesi, onun emekçilerin [işçi sınıfının] ortak mülkiyeti olduğu anlamına gelmiyor. Böylesi bir otomatizm veya kesinlik söz konusu değildir... 1917 sonrasında Sovyetler Birliğinde üretim araçları devletleştirildi ama sosyalleşemedi... Üretim araçları üzerinde emekçilerin, işçilerin reel denetimi sağlanamadı, sosyal sahiplenme mümkün olamadı. Verimlilikçi [prodüktivist] paradigmanın dışına çıkılamadı. Velhasıl, kamulaştırma bir biçim sorunu olmanın ötesine geçemedi. Oysa, önemli olan biçimsel bir yasal transfer değil, reel sosyal sahiplenmeyi, işçi denetimini gerçekleştirmekti...

Üçüncü küreselleşme çağı da denebilecek olan 1980 sonrasında, [özel] mülkiyet açısından yeni bir eşik daha aşılmış durumda. Kamuya ait ne varsa, devlete ait ne varsa, hazineye ait ne varsa, özel mülkiyet alanı dışında kalmış ne varsa talan ediliyor, yağmalanıyor, [özel] mülkiyet kategorisine dahil ediliyor... Artık kamu hizmetleri de dahil hiçbir şey neoliberal özelleştirme saldırısının kapsamı dışında değil... Sermayenin değerlenmesine imkân veren ne varsa özelleştiriliyor, başka bir ifade ile özel yağma ve talan alanı haline getiriliyor. Üstelik bu durum, [sosyal] bilimin bir gereği olarak sunuluyor! Öyle bir kendinden menkûl [sosyal] bilim ki, sömürüyü, yağmayı ve talanı meşrulaştırıyor... Bilimin, bilimsel çabanın misyonu bu kepazeliği meşrulaştırmak mıdır? Özelleştirme çılgınlığının [şimdilik! ] ciddi bir tepkiyle karşılaşmaması düşündürücüdür ve doğrudan ideolojik kölelikle ilgilidir... Kapitalizm emek sömürüsüne dayalı bir ücretli kölelik rejimidir ki, kamuya ait olan, olması lâzım gelen üretim araçlarının özel şahıslar tarafından yağmalanması sonucunu doğuruyor. Dünya Ticaret Örgütü [DTÖ] insanlığın ortak mirası olan bilimsel-entellektüel birikimden, biyolojik çeşitliliğe kadar akla gelen ne varsa, özel mülk kategorisine indirgemek için yoğun bir çaba harcıyor. Genetik müdahaleler yoluyla ve fikri mülkiyet safsatasıyla insanlığın ortak mirası olan binlerce yıllık bilgi birikimi de [özel] mülkiyet kategorisine indirgeniyor...


Çokuluslu şirketler önce bir bitkiyi genetik değişime uğratıyor, arkasından da patentini alıyor. Ve çiftçinin kendi ürününden tohum kullanması engelleniyor. Bu kepazelik ?katır tohum? veya ?terminatör tohum? kavramlarıyla ifade ediliyor. Çokuluslu şirketin genetik dönüşüme uğrattığı ve patentini aldığı ürünü öyle programlıyor ki, o ürün hasadından ayrılan tohum ürün vermiyor... Üstelik patent sahibi firma tarafından çiftçiler tarafından kullanılması da yasaklanıyor. Oysa, bilimsel bilgi birikimi insanlığın, toplumun ortak mirasıdır ve kamu kaynaklarıyla ve kamusal çabalarla ortaya çıkmıştır... Bugün insanlığın yüz yüze geldiği tüm yıkıcı sonuçların temelinde bir gasp olan, üretim araçlarının [özel] mülkiyeti yatıyor. Mülkiyet sorununu yok sayarak, atlayarak yapılacak tartışmaların bir kıymet-i harbiyesi olamaz. Bu yüzden, tüm modern tabuların tabusu olan [özel] mülkiyeti tartışma basiretini ortaya koyabilmemiz gerekiyor. Sendikalar ve solda yer alan siyasi partilerin bile, bu sorun karşısındaki aymazlığını anlamak mümkün değildir... Şimdilik egemen ideoloji, mülksüzleştirilmiş, ezilen ve sömürülen sınıflarda yanılsama ya da aynı anlama gelmek üzere, yanlış bilinç yaratmayı başarıyor... Sömürücü sınıfların, yaşam standardının mülksüzleştirilmiş sınıflar tarafından taklit edilebileceği umudu canlı tutuluyor ve insanlar körü körüne hiç bir zaman kazanmanın mümkün olmadığı bir yarışa sokuluyor... Oysa, hiyerarşik sistemlerde dikey geçişler sadece istisnadır ve istisnalar kuralı doğrulamak içindir... Bir işçinin [ki, her zaman potansiyel işsizdir...] gaspçı sınıfa dahil olma olasılığı, umut pazarına itilmiş birinin sayısal lotodan büyük ikramiye kazanarak zengin olma şansından daha fazla değildir. Elbette loto oynayanın hem teorik, hem de pratik olarak büyük ikramiyenin sahibi olma olasılığı vardır ama olasılık 215 milyonda birdir... Demek ki, oynayanla oynamayan arasında kazanmama şansı nerdeyse eşit... [Elbette lotaryanın neden olduğu ahlâkî yozlaşma ayrı bir tartışma konusudur...]. Modern çağın tüm temel metinleri [özel] mülkiyeti kutsuyor. Bundan sonra kaleme alınacak evrensel insanlık bildirgeleri ve tüm temel metinler, anayasalar, vb. mutlaka şu üç maddeyle başlamalıdır: Dünyanın tüm kaynakları insanlığın tamamına aittir, hiçbir surette gasp edilemez; 

FİKRET BAŞKAYA

Hiç yorum yok:

Blog Arşivi