SEÇME YAZILAR


Zenginlik, Yoksulluk ve Özel Mülkiyete Dair - 1

Fikret Başkaya Yazdı

Neden yoksulluk var? Neden yoksulların sayısı sürekli artıyor ve artmak zorunda? Göreli ve mutlak yoksulluğun sürekli büyümesinin sebebi nedir? Neden hep “yoksullukla mücadeleden” söz edildiği halde yoksulluk çığ gibi büyüyor. Yoksullukla mücadele söylemi neyi gizliyor? Bunun doğrusu zenginlikle mücadele olması gerekmiyor mu? Eğer öyleyse neden hiç “zenginlikle mücadele” diye bir şey akıl edilmiyor? Zenginlikle mücadele akla gelmiyor zira zengin ve zenginlik bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumdadır... Tabu söz konusu olduğunda, ondan söz etmek yasaklanır. Kimse ağzına almak istemez, almaya cesaret etmez... “Ayıbı açığa vurmanın âlemi yok” denecektir... Bir şarkıcının iki saatte kazandığını, asgari ücretle çalışan biri nasıl olup da tam 11 yılda kazanabiliyor? Bir şirket patronunun veya yöneticisinin [ CEO’su densin] bir saatte kazandığı 2783 dolar neden sorun edilmiyor? Bu “yetenekli”, “akıllı”, “becerikli”, “işbitirici” kişi, saatte 2783 dolar kazanırken, çalıştırdığı işçiler de saate 28 cent kazanıyor... Hesap ortada... Aradaki yetenek, akıl, beceri farkını bir düşünün... Ve bir tek kişinin 74 milyar dolar servete sahip olduğu bir dünyada 1 milyar insanın açlıkla cebelleşmesine şaşmak niye?   Soruları çoğaltmak mümkün ama aslında durum sanıldığı kadar karmaşık değil!


Mâlûm, kelime ve/veya kavram çifti diye bir şey vardır. Bu, bir kelimenin veya kavramın, başka bir kelime veya kavrama gönderme yaparak varlık kazanmasıdır. İşte zenginlik ve yoksulluk kelimeleri bu gruba dahildir. Zenginlik olmadan yoksulluk olmaz veya yoksulluk olmadan zenginlik olmaz. Efendi ve köle, zâlim ve mazlûm, güzel ve çirkin, iyi ve kötü, sıcak ve soğuk, vb. kelime/kavram çiftine dahildir. Bu tür kelime ve/veya kavram çifti durumunda, çifti oluşturan kelime veya kavramdan her biri diğerini varsayar, ona gönderme yapar veya imâ eder. Elbette burada bizi ilgilendiren zenginlik ve yoksullukla ilgili olarak belirleyicilik ilişkisine açıklık getirmek önemlidir. İlişkinin yönü, zenginden yoksula doğrudur. Zenginlik olduğu için yoksulluk vardır. Öyleyse yoksulluğu gerçekten sorun eden birinin çözümü nerede bulacağı bellidir. Eğer zengin olmasaydı yoksul da olmazdı...

O halde neden zenginlik var sorusuyla başlamak gerekecektir. Yoksulluk zenginlikten kaynaklanıyorsa, zenginlik nereden kaynaklanıyor? Zenginlik de özel mülkiyetten kaynaklanıyor. Eğer özel mülkiyet diye bir şey olmasaydı, sözlüklerde zenginlik ve yoksulluk kelimeleri de olmazdı... Eğer insanlar üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara Faiz Cebiroğlu’nun dediği gibi “ortakça“ sahip olsalardı, özel mülkiyet diye bir musîbet toplum yaşamına musallat olmasaydı, zenginlik de yoksulluk da olmazdı. Tabii akla, mantığa, izâna, sağduyuya aykırı kapitalist sistem de geçerli olmazdı. Doğal yaşam tehdit altında olmazdı... Demek ki, insanlığın ve uygarlığın şimdilerde içine sürüklendiği sefil durumun gerisinde, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara, yaşamı var eden ve sürekliliğini sağlayan kaynaklara küçük bir azınlık tarafından el konulması keyfiyeti yatıyor. Başka türlü ifade edersek, bu günkü kepazelik bir sapmanın sonucu... Herkese ait olması gerekenin, herkesin ortak kullanımına sunulması gerekenin, küçük bir azınlık tarafından gasbedilmesi de hukuk sistemiyle korunup, sürekliliği sağlanıyor... Birilerinin herkese ait olması gereken yaşam araçlarına el koyup, sahiplenmesi, başkalarının kullanımının yasaklanması, hukuk sistemiyle meşrulaştırılsa da, ne meşrudur, ne haklıdır ve ne mantıklıdır, ne de mabûl edilebilir bir şeydir... O zaman geçerli hukuk sisteminin aslında neyi ifade ettiğini de tartışma gündemine getirmek gerekecektir. Hukukla ilgili tartışmayı şimdilik başka zamana bırakarak, asıl konumuza dönelim ama geçerken şu “hukuk” denilenin hukukçulara, “konunun uzmanlarına” bırakılmaması gereken bir şey olduğunu da hatırlatarak...

İnsanlık tarihinin büyük bölümünde özel mülkiyet diye bir şey bilinmiyordu. İnsanlar ortak üretip, ortak tüketip, ortak yaşamayı başarıyorlardı. Uygarlık belirli bir eşiği aştığında, gücü ele geçiren sınıflar, zor ve savaşla insanları köleleştirdi, kendilerine tâbî duruma getirdiler, herşeyin sahibi oldular, herşeye hükmeder duruma geldiler. Sadece birikmiş zenginlik, toprağın altı ve üstü değil, insan toplulukları da bir kralın, hükümdarın, prensin, sultanın, hanın... kulları, köleleri, tebaları durumuna geldi. Yaratılan zenginlik küçük bir azınlığın elinde toplandı. Bu güçlü olanın şiddete başvurarak topluluğa ait olması gereken yaşam araçlarına el koyması demekti. Sistem şiddete ve zora dayalı olarak kendini var ediyordu ama bir meşrulaştırmaya da ihtiyaç duyuyordu elbette... Bu amaçla ideolojik kölelik veya gönüllü kulluk devreye sokuluyordu... Geçerli durumun “Tanrı’nın arzusu olduğu, efendinin de Tanrı’nın iradesinin temsilcisi olduğu düşüncesi yerleştiriliyordu.

Kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla, önceki dönemdeki zorun, şiddetin ve kaba kuvvetin yerini para alacaktı. Elbette bu şiddetin sahneden çekildiği anlamına gelmiyordu. Zira egemenlik, tahakküm ve zulüm düzeni mutlaka iki şeye ihtiyaç duyar: Şiddet, zor, kaba kuvvet, baskı ve zulüm ve gönüllü kulluk veya ideolojik egemenlik. Zaten kapitalizmle birlikte ortaya çıkan burjuva düzeni, Eski'nin mirasçısıydı, önceki dönemde atılmış temeller üzerinde yükselmişti... Fakat, yeni sistemin paraya dayanması, zora, kaba kuvvete dayalı sistemden farklı bir nitelik taşıyordu, zira, para parayı çekiyor... Parası olan her seferinde daha çoğuna sahip oluyor, sürecin her ileri aşamasında sosyal eşitsizlik büyüyor, zengin-yoksul uçurumu derinleşiyor. Paraya dayalı düzen reel bir karşılığı olmayan, özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi söylemlerle meşrulaştırma yoluna gidiliyor. Özü itibariyle anti-eşitlikçi bir sistem olan kapitalizm geçerliyken, adaletten, barıştan, özgürlükten, insan haklarından, vb. söz etmek ikiyüzlülük değil midir? Herkesi herkese düşman etmeye göre kurgulanmış, emek sömürüsüne dayalı kapitalist sistemde barış mümkün müdür? Eğer gerçekten barış amaçlanıyorsa, adaletin amaçlanması, adalet amaçlanıyorsa da eşitliğin amaçlanması gerekir. Her kim ki, sosyal eşitlik için mücadele etmiyorsa, barış ve adaletten söz etmesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur... Kapitalizm geçerliyken özgürlük, sadece mülk sahibi sınıfların, sermaye sahiplerinin, paraya hükmedenler sınıfının özgürlüğüdür...

Özel mülkiyetin yüceltilmesinin, kutsanmasının ve dayatılmasının gerisinde Batı burjuva düşüncesinde içkin [ mündemiç] bir anlayış bulunuyor ve bu anlayışın kökleri Greko-Romen ve Yahudi- Hrıstiyan [ Judeo-Chretien] ve burjuva gelenekte bulunuyor. Nitekim Eski Ahit de: “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı... "Verimli olun, çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun” dedi. [Eski Ahit [Tevrat]. 27-28. ayetler]. Dikkat edilirse, “tüm canlılarla birlikte yaşayın, varolun” denmiyor, kendi dışınızdaki şeylere “egemen olun” deniyor... O halde herkese ait olanın özel mülkiyet konusu olması nasıl meşrulaştırılıp/ dayatıldı? Bu işin de bujuva ideolojisinin ve liberalizmin en önemli teorisyenlerinden biri ve kendisi de bir burjuva olan İngiliz John Locke tarafından kotarıldığı anlaşıyıyor. J. Locke, “ An Essay Concerning the True Orijinal Extend and End of Civil Government”, The Second Treatise of Civil Government, [1690, chapter 5 ] adlı eserinde, Tanrı’nın insanlığa sunduğu kaynağın bir kısmının özel kullanıma, özel mülkiyete evrilmesininin, başkalarının kullanımdan dışlanmasının gerekçesinin ‘o kişinin harcadığı emekle’ açıklıyor. Eğer, diyor John Locke, “ Toprak ve tüm aşağı yaratıklar Tanrı tarafından tüm insanlara bahşedilmişse, her insanın da kendine ait olması gerekir”.... Eğer doğanın ürünlerine bir emek harcanarak sahip olunuyorsa, emek ona bir ilave yapıyorsa, kendi emeğiyle elde edilenden başkalarının hak iddia etmeye hakkı yoktur...” diyor. Bu durumda bireysel sahiplenme [mülkiyet| dışında kalan da başkalarına ait olacaktır... Oysa birilerinin ortak olanı sahiplenip/kullanması, başkalarının her türlü mülkiyetten dışlanması demeye gelir. Eğer özel sahiplenme [mülkiyet] doğanın kaynağını ve geçmişin mirasını yok ederse, başkalarına ne kalacaktır? Aslında İngiltere'de ve İskoçya'da ortak kullamın konusu olan toprakların özel mülke dönüştürülmesi, toprak lordu kapitalistler tarafından gasbedilmesi, Locke’dan önce başlamıştı, vahşi özelleştirme dalgası ondan sonra da devam etti... Döneme köylü isyanları ve komünist hareketler [ komünist “Diggers” hareketi gibi] damgasını vurmuştu. Artık geçerli burjuva anlayış, ortak kullanım konusu olan şeyleri değersiz sayıyordu. Bir şeyin değerli olmasının koşulu, o şeyin özel mülkiyet konusu yapılmasıydı... Özetlersek, Locke, ‘ birey çalışmasıyla, harcadığı emekle kamuya, topluluğa ait olan ama bir değeri olmayanı, değerli bir hale getiriyor ve tabii ona sahip olmayı da hak ediyor...’diyor İngilizcede işlenmeyen toprak, telef edilmiş toprak [waste land] sayılıyor ve Locke oradan hareketle de özel mülkiyeti meşrulaştırıyor. Ve baklayı ağzından çıkarıyor: “Eğer kullandığımız şeyin gerçek değerini lâyıkıyla tahmin etmek istersek, farklı maliyetleri hesap edersek, emeğe ve doğaya ait olanı ayrıştırırsak, emeğin payının %99 olduğunu görürüz...” Daha sonra faizin devreye girmesi ve kapitalist sürecin olgunlaşmasıyla “paranın parayı çekmesi” süreci de hızlanıp derinleşecek, her şey çığırından çıkacaktı...

Elbette bu tür bir mantık ve düşünce sistemi geçerli olunca, özel mülkiyetin meşrulaştırılması, kutsanması, yüceltilmesinde şaşılacak bir şey de olmazdı. O zaman nasıl olup da bir şarkıcının 2 saatte 80 bin TL “kazandığı” da sorun edilmezdi... Çünkü bu parayı emeğinin karşılığı olarak kazanmıştır... öyle ya... Aslında şarkıcının ‘kazandığını’ sandığı ve lüks harcamalarda kullandığı para, gerçekten bir emek harcanarak yaratılmıştır ama bunda şarkıcının dahli son derecede önemsizdir. Asıl emeği harcayan işçilerdir ve şarkıcıya ‘yeteneği’ karşılığında transfer edilen emek sömürüsünün sonucu olandır. Mafyanın el koyduğu için de aynı şey söz konusudur ve emek sömürüsü sonucu yaratılan ve kapitalist sınıf tarafından el konulan değerin mafya tarafından hileye ve şiddete başvurularak el konulan kısmıdır, yani bir transfer söz konusudur. Artık sadede gelebiliriz. Gerçekten John Locke’un iddia ettiği gibi mülkiyet nerdeyse tamamiyle emeğe, bireyin tekil emeğine mi dayanır? Ya da böyle bir şey mümkün müdür? Eğer bu mümkün olsaydı, âdil sayılabilir miydi? Farzedelim ki, son derece yetenekli, akıllı, becerikli, “işbitirici” biri, bir uçak kazası sonucu okyanusa düştü ve şans eseri ıssız bir adaya çıkmayı başardı. Bu kazazede dışarıyla bağ kurması imkânsızken neleri ne kadar yapabilir? Yaşamını nasıl sürdürebilir, neye ne kadar sahip olabilir? Bir kere günün çoğunu balık, salyangoz, yengeç, v.b. avlayarak ya da yenebilir bitki ve varsa meyveleri toplayarak geçirecektir. Taşları veya ağaçları birbirine sürterek ateş yakabilirse, avladıklarını pişirerek yiyebilir, kendine ağaçlardan ve otlardan bir baraka, belki ağaçlardan bir küçük kayık yapabilir... Zamanla bazı bitkileri sınırlı bir şekilde yetiştirebilir... Avlayabilirse hayvan derisinden veya bitkilerden örtünecek bir şeyler yapabilir... Bir gün adadan kurtulma umuduyla sevgilisine, eşine ve çocuklarına hediye edeceği deniz kabukları biriktirir... Daha fazlasını yapması pek mümkün değildir... Aynı kişi bir sanayi işletmesinin veya finans grubunun CEO’su olsaydı nelere sahip olabilirdi... Belki istediği her şeye... Demek ki, insanın neye sahip olacağı bireysel emek ve çabasından başka faktörlere bağlı, sadece kendi çabasından, yeteneğinden, ustalığından, becerisinden neşet eden bir şey değil... Başka türlü ifade edersek, emeğin hangi koşullarda harcandığı büyük önem taşıyor.

Değerin veya zenginliğin üç kaynağı vardır: 1. Doğanın katkısı; 2. Geçmiş nesillerin mirası olan bilgi, beceri teknik yetenek, alet-edevat, kültür, v.b. ; 3. Yaşayan neslin gerçekleştirdiği işbirliği [sosyal emek]... İşte bu gün emek verimliliğinin ve yaratılan zenginliğin gerisinde esas itibariyle bu üçü bulunuyor ve orada bireyin tekil katkısı ihmal edilebilir değilse de son derecede sınırlıdır. Bu da demektir ki, toplam ortak ürün doğanın, geçmiş ve mevcut nesillerin ortak çabasının ürünü olarak tezahür ediyor. Eğer öyleyse, herkese ait olması gerekenin özel sahışlar tarafından ele geçirilmesi, sahiplenilmesi, özel mülkiyet konusu yapılması, mantıklı, haklı ve âdil, meşru, dolayısıyla kabul edilebilir değildir... Lâkin hukuka uygundur... Yasaldır... En zengin Amerikalı Bill Gates’in 59 milyar dolar serveti olduğu biliniyor. Yukarıda saydığımız üç unsur dikkate alınsaydı, Bill Gates’in sahip olması gereken en çok ne kadar olabilirdi dersiniz? Bu gün sahip olduğunun kaç milyonda birini hak ederdi? Elbette ortak zenginliğin özel kişiler [kapitalistler ve çevresi] tarafından bu şekilde ele geçirilmesi, özel mülk durumuna getirilmesi, lüks tüketimle yok edilmesi, sadece insânî, sosyal, politik olumsuzluklar ve kötülükler ortaya çıkırmakla kalmıyor, doğa tahribatına, ekolojik bozulmaya, velhasıl yaşamın temelinin aşınmasına da neden oluyor. Bu temel dengesizlik ve eşitsizlik, bir dizi tehlikeli dengesizliğe de kaynaklık ediyor. Özel mülkiyetin geçerli olduğu üstelik kutsandığı bir dünyada, ahlâktan söz etmek bir şeyi olmadığı yerde aramaktır zira özel mülkiyetle ahlâk bağdaşır değildir. Hem insanlığın ortak çabasının ürünü olan servet [zenginlik] küçük bir mülk sahibi kapitalist sınıf ve çevresi tarafından yağmalanacak, bir de oradaki devlete “hukuk devleti” denilecek ve etikten, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından söz edilecek... Bu durumun sürdürebilirliğine kim daha ne zamana kadar inanabilir?

Kaldı ki, belirli bir eşik aşıldığında maddi zenginlik bir refah unsuru olmaktan çıkar. Sahip olma, her seferinde daha çoğuna sahip olma tutkusu tarafından rehin alınmış bir insan, aslında sahip olduğu şeyler tarafından sahip olunan durumuna düşer. Bu, sahip olanın sahip olunması durumudur... Zira, artık o yola giren bireyin iradesi devre dışı kalmıştır. Bu bakımdan gerekli olanla, gereksiz ve vazgeçilebilir olan ayrımının yapılması önemlidir. Sahip olma dürtüsü de , farklı olma isteğinden bağımsız değildir. İnsanlar başkasının sahip olduğundan fazlasına sahip olmayı bir mârifet sayıyorlar. Okullarda verilen eğitim de “farklı olma”, “herkes gibi olmama” bilincini yerleştirmeyi amaçlıyor...

Kapitalist sınıf üç alt-unsurdan oluşuyor: 1. Sermaye sahipleri, [paraya sahip olanlar, hisse senedi sahipleri, faiz karşılığı borç verenler]; 2. girişimci [müteşebbis] denilen işletme yönetici ve sahipleri ve; 3. üretilen malları tüketiciye ulaştıran tüccarlar. İşte bu üçü çevresindekilerle birlikte toplumun üretici gücünü/kapasitesini, toplumsal servetin de en büyük bölümünü ellerinde tutuyorlar ve burjuva sınıfını oluşturuyorlar. Bilindiği gibi gibi burjuva sınıfı sadece mülk sahibi sınıflardan ibaret değildir. Politikacılar, sivil ve militer bürokrasinin yükseklerindekiler, üniversite üyeleri, medyada etkin kesim, sanatçılar, eğelence sektörünün kaymak tabakası, vb. burjuva sınıfnı oluşturuyor. Üretim araçlarının ve yaşam araçlarının özel mülkiyetine sahip olmaları, mülksüzleştirilmiş, emeklerini satarak geçinen işçi sınıfının ve bir bütün olarak emekçi sınıfların emeğinin ürünü olana el koymalarına imkân veriyor.

Bu vesileyle mülkiyete dair kafa karışlığının da aşılması gerekir: Birincisi, mülkiyetten söz edildiğinde bir kere özel mülkiyet kastediliyor; ikincisi, insanın yaşamı için gerekli olan üretim ve tüketim araçları mülk tanımı dışındadır. Arabaya sahip olmakla o arabayı üreten fabrikaya sahip olmak aynı şey değildir. Mülkiyet başkasının emeğini sömürmeye, başkasınının emeğinin ürününe el koymaya imkân veren, üretim ve yaşam araçlarına sahip olmaktır. Bir insanın ihtiyacanı mütevazı düzeyde sağlayan üretim ve yaşam araçlarına sahip olmak mülkiyet değildir...

İnsanlığın ortak serveti [zenginliği] ve yaşam kaynağı olanın özel şahışlar tarafından sahiplenmesini haklı gösterecek hiç bir haklı ve mantıklı gerekçe yoktur. Öyleyse özel mülkiyetin tasfiyesini amaçlayan, ‘genel toplum yararını’ veya “insanlığın ortak iyilğini” esas alan bir rotaya girmek için de hiç bir engel yoktur...

Zaten özel mülkiyetin gerekliliği ve vazgeçilmezliğine dair ileri sürülen bildik argümanların hiçbir bir inandırıcılığı yoktur. Gelecek yazıda özel mülkiyetin neden ortadan kaldırılması gerektiğine dair tartışmayı sürdürebiliriz...




Din Nedir

Demir Küçükaydın

Bizim son yıllarda yazdığımız yazıların ardındaki önerme, yani din, bir inanç, bir ideoloji, bir “üstyapı kurumu” değildir; tümüyle üstyapıdır, üstyapının kendisidir, üstyapının somut biçimidir önermesi hem artık insanlar Marksizm’i bilmedikleri, hem de kendileri bizzat modern toplumun dininden oldukları için yazdıklarımız da anlaşılmaz olarak kalıyor.

Dolayısıyla bu önermenin, bu güne kadar bütün bildiklerimizi alt üst eden ve onlara gerçek sosyolojik anlamlarını veren özü de kavranamıyor. Bu yazıda kolay anlaşılır biçimde bu önermenin önemini, anlamını ve alt üst edici sonuçlarını açıklamayı deneyelim.

*
Önce Din hakkındaki en kaba yanlışlardan başlayalım. Birçok kimse dini sadece İslam’la veya Allah inancıyla sınırlı bir olgu gibi anlıyor. Özellikle Allah inancı ile Din arasında zorunlu bir ilişki olduğu sanılıyor.
Din’in Allah ile ilgisi yoktur. Dinlerin çoğu,  bir tek Allah kavrayışına, hatta bir yaratıcı kavrayışına sahip değildir. Örneğin, Taoculuk, Budizm, Konfüçyüsçülük de birer dindirler, hem de birer uygarlık dinidirler. Ama bir yaratıcı veya Allah tasavvuru onlarda yoktur.
Keza uygarlık dinlerinin bir çokları da, eski birinci ve ikinci kuşak uygarlıkları dinleri  (yani tunca dayanan subtropikal Irmak boyu uygarlıkları ve demirin keşfi sonrası uygarlıkları gibi) veya onların yaşayan temsilcisi Hinduizm, onlarca ve yüzlerce tanrıya dayanırlar.
Özetle din ile yaratıcı tanrı veya tek tanrıcılık arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Din kavramını bu anlamda kullanmak yanlıştır
Ama bu sonuç, şöyle bir soruyu da ortaya çıkarır: Niçin bazı topluluklarda Tanrı inancı gerekmemiştir, niçin bazılarında tek tanrı inancı olmuştur ve niçin bazılarında onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce tanrı vardır?
Bir din teorisi bunları da iç tutarlılığı olan bir kavram sistemiyle açıklamalıdır. (Bizim Din teorimiz bunu son derece iç tutarlılığı olan bir Marksist kavramlar sistemiyle tutarlı olarak açıklamaktadır?)
Ama din sadece uygarlıklarda yoktur, dünyadaki ve tarihteki bütün uygarlığa geçmemiş toplumların da dinleri vardır. Bu dinlere Totemcilik, Animizm, Şamanizm gibi isimler verilmektedir. Ne isim verilirse verilsin, bir totemin soyundan gelindiği inancı; bilgiyi derleyen ve aktaran, bir şaman veya büyücü; her şeyin ruhu olduğuna dair bir kabul bütün bu komün dinlerinde evrensel olarak görülmektedir.
Yani ister uygarlaşmış, ister uygarlığa geçmemiş olsun, dünya tarihinde dinsiz bir toplum yoktur.

O halde şu soru ortaya çıkmaktadır: hangi üretim biçiminde olursa olsun tüm toplumlarda bulunan ve ortak olan bu din denen şey nedir?
Ve bu din denen şey öylesine önemli bir şeydir ki, her şey dinseldir. Dinsel olmayan hiçbir şey yoktur. Şişman Venüs veya hayvan heykelciklerinden, herhangi bir tarihi kalıntıda görülebilecek bütün yapılara ve nesnelere kadar her şey dinseldir.
Böylesine önemli ve tayin edici olan bu din denen şey hakkında teorilere bakılınca, tıpkı bu gün dünyayı kaplamış uluslar ve ulusçuluk teorileri ilişkisinde olduğu gibi korkunç bir teorik yoksulluk görülmektedir.
*
Bugünkü toplum dini, bir akıl dışılık, bir inanç olarak görmektedir. Böyle bir bakışla, şu soruyu açıklamanın olanağı yoktur: niçin tarihteki komün veya uygar bütün toplumlar böylesine inanç denen, akıl dışı bir şey denen din için, emek üretkenliğinin çok sınırlı olduğu binlerce yıl boyunca neredeyse tüm toplumsal hasılayı feda etmekte ve tüm hayatlarını ona tabi kılmaktadırlar. Niçin böyle akıl dışı veya inanç denen şey için örneğin tonlarca taş nakledilerek, işlenerek akropoller, piramitler vs. yapılmaktadır?
Dini akıl dışı olarak, bir inanç olarak tanımlayan bu günkü yaygın görüş, burada kendi içine kapalı bir çelik çember oluşturur: Din akıl dışıdır, eski toplumlar da bilimi bilmedikleri için böyle akıl dışı davranarak emek üretkenliğinin geriliğine rağmen bütün emek ve zamanlarını hatta hayatlarını dine adamış ve ona göre düzenlemişlerdir.
Ama bu açıklama, tüm tarihi ve toplumları akıl dışı, kavranılmaz kılar. O zaman tarihte hiçbir şey açıklanamaz olur. Dini akıl dışı kabul etmenin varacağı nokta, tarihi ve toplumu, hatta o akıl dışı görmeyi bile akli olarak açıklamanın mümkün olmadığı olur.
Dini ve eski toplumları akıl dışılıkla açıklama şu soruyla karşılaşır: eğer bu günkü toplum akla dayanıyor ve bu nedenle din yoksa niçin bu günkü toplum akla dayanmaktadır da diğer toplumlar akla dayanmamışlardır. O insanlar bu günkü insanlardan daha mı aptal ya da korkaktılar?
En azından yüz bin yıldır, yani Homo Sapiens’in ortaya çıkışından beri, insan türünün fiziksel ve ruhsal yetilerinin farklı olmadığını bütün veriler gösterdiğine göre ne gibi temel farklılık vardır ki bu gün insanlar akli davranmaktadırlar?
Dini akıl dışı gören, gücü yaygınlığından gelen öğretinin buna verebileceği bir cevap da yoktur.
Şu soru ortada durmaya devam eder: niçin tarihte görülmüş bütün toplumlarda din vardır ve toplumsal yaşamın temelini oluşturmaktadır da bu günkü toplumda böyle bir görünüm yoktur?
Bu açıklama aslında açıklama bile değildir ve farklı kavramları sanki sosyolojik kavramlarmış gibi kullanır. Dini bilimin karşısında inanç olarak; ya da politik olanın karşısında özele ilişkin olarak tanımlamak dinin ne olduğunu sosyolojik olarak açıklamak anlamına gelmez.
Çünkü bilim karşısında inanç olarak Din kavramı sosyolojik bir kavram değil; felsefi ve epistemolojik bir kavramdır. Benzer şekilde Politik karşısında özele ilişkin, politik olmayan anlamında inanç kavramı da hukuki bir kavaramdır, sosyolojik değil. Yani, hangi anlamda olursa olsun inanç diye bir sosyolojik kategori yoktur. Bu kavramlar sosyolojik olarak dinin ne olduğunu bize açıklamazlar.
Böylece tarihin ve toplumun en önemli olgusu olan; bütün toplumlarda var olan ve çok farklı biçimlerde görülen din denen şeyin ne olduğu sorusunun cevabı olarak koca bir boşluk olarak ortada durmaya devam eder.
*
Dinin ne olduğu söz konusu olduğunda durum Marksizm için de farklı değildir.
Marksistlerin programatik olarak dini, hukuki bir kavram olarak inanç anlamında ele aldıkları çok açıktır. Çünkü devletin dine karışmaması ve onun bütünüyle insanların özel sorunu olması, yani gerçek bir demokratizm ve laiklik, son duruşmada, dini özele, politik olmayana ilişkin olarak tanımlamaktan başka bir şey değildir ve bu bize sosyolojik olarak dinin ne olduğunu açıklamaz.
Programatik olarak Marksizm’in din konusundaki durumu böylesine içler acısıdır.
Bunun haricinde dini bir siyasal parti olarak açıklama (Örneğin Engels’in Almanya’da Köylü Savaşları) veya Marks’ın meşhur kalpsiz dünyanın kalbi, protesto ve acırlı dindiren afyon tanımları da Din’in ne olduğunu açıklamazlar.
Bu kavramlar elbette din olarak görülen kimi fenomenleri sosyolojik olarak tanımlama girişimleridir ama dinin ne olduğunu tanımlamazlar. Bunlar özünde onun modern veya sınıflı toplamlardaki farklı işlevlerini açıklama denemeleridir.
Evet din bir siyasi parti işlevi görür ama bu onun sınıflı toplumlardaki görünümlerinden biridir. Siyasal partiler özünde farklı sınıfların eğilimlerini yansıtırlar. Hâlbuki din, sınıfsız toplumlarda da vardır. O Toplumlarda sınıf olmadığına göre niye din vardır sorusu ortada durur.
Kaldı ki, dinin siyasi parti işlevi esas olarak din içinde tarikatlar biçiminde ortaya çıkar. Yani partiler (tarikatlar) dinlerin içindeki alt bölünmelerdir. Bu partiler (tarikatlar) onlar için dinler, içinde hareket ettikleri ve mücadele ettikleri ortamlardır. Bu “ortamların”,yani dinin ne olduğu sorusu cevapsız olarak ortada durmaya devam eder.
Marks’ın din için, “Kalpsiz dünyanın kalbi”, “protesto”, “acı” ve “afyon” (acının ilacı) tanımları da dinin değil, onun belli toplumlardaki işlevlerinin bir açıklamasıdır.
Evet, din sınıflı toplumlarda ve meta üretiminin egemen olduğu toplumlarda, yabancılaşma ve sınıfsal baskının ortaya çıkardığı kalpsiz dünyanın kalbi işlevini görür ama bir zamanlar dünyada ne sınıflı toplumlar ne de meta üretiminin yaygınlaşmasının yarattığı bir kalpsizlik vardı. Ama bütün bunlar olmamansa rağmen din vardı. Yani bu tanım sınıflı veya modern toplumlarındaki kimi dinsel denen görüngüleri konu etmektedirler.
Dinin, acı ve protesto ve afyon gibi görünümleri de sınıflı veya modern toplumla ilgili sorunlarla ilgilidir.
Yan Marks’ın dine ilişkin söyledikleri de, dinin ne olduğunu açıklamaz. Daha ziyade, modern toplumda ve sınıflı toplumlarda dinin kimi işlevlerini konu ederler.
Böylece tüm toplumlarda var olan ve modern toplumda yokmuş gibi görünen bir görüngü olarak dinin ne olduğu sorusu cevapsız ve koca bir boşluk olarak ortada kalmaya devam eder.
*
İşte bizim yaptığımız dinin ne olduğu sorusuna sosyolojik bir cevap vermektir.
Ve bu cevap öylesine alt üst edici bir keşiftir ki, bildiğimiz her şeyi yeni baştan tanımlamayı ve düzenlemeyi gerektirmektedir.
Ve sadece sosyoloji alanında değil, bizzat devrim mücadelesi alanında da.
Nedir bizim keşfimiz?
Biz din bir toplumun tüm üst yapısıdır; üstyapının somut görümüdür diyoruz. Keşfin ve her şeyi alt üst eden devrimin en kısa ve özlü ifadesi budur.
Ama burada Marksizm’i bilmeyenler için, üstyapının ne olduğunu, bu kavramı kısaca açıklayalım.
Marksizm toplumu ve onun yapısını ve hareketi bir takım analitik kavramlarla açıklar. Bu kavramlar bütün toplumları anlamaya sağlayacak analitik araçlar sunarlar.
Toplumu veya tüm toplumsal görüngüleri, “altyapı” ve “üstyapı” diye iki bölüme ayırır Marksizm. Bunun da temelinde çok basit ve sade bir düşünce vardır: insanların yaşayabilmek için önce yemesi, içmesi, barınması ve giyinmesi gerekir.
Bunları sağlama yöntem ve ilişkileri (yani üretim ilişkileri) toplumun alt yapısıdır. Buna, çok kabaca Ekonomi temeli, iktisadi altyapı; ekonomik ilişkiler; üretim ilişkileri vs. denmektedir.
Marksizm’in bu yeme, içme, barınma ve giyinmeyi sağlamak için toplumun kurduğu ilişkiler, yani üretim ilişkileri,  bir toplumun nasıl bir toplum olduğunu belirlemektedir demektedir. Bir toplumu anlamak için bu ilişkilere bakmamız lazımdır demektedir.
Marks’ın kendisi, tam da bu kabulden hareketle, kapitalizmi anlamak için, temel eseriKapital’de bu toplumun üretim ilişkilerini anlamaya çalışmıştır.
Ama toplum denen şey, sadece yemek, içmek barınmak, giyinmekten ve bunlar için çalışmaktan ibaret değildir. Sanat, bilim, hukuk, ahlak, ideoloji vs. gibi daha birçok görüngüler vardır. Bütün bunlara da “üstyapı” demektedir Marksizm.
Marksizm, bir toplumun üstyapısının, örneğin ahlakının, hukukunun vs., neden öyle olduğunu anlamak istiyorsan alt yapıya bakmak gerekir der. Ve bütün bu üstyapı o altyapının işlev görebilmesi içindir aynı zamanda.
Bir örnek verirsek, ortada ideoloji diye bir şey varsa, orada sınıflar denen toplumsal bölünmeler var demektir. Çünkü ideolojiler belli çıkarları savunmanın aracıdırlar. Sınıfsız toplumlarda ideoloji yoktur, çünkü sınıflar ve sınıf çatışmaları yoktur. Emek üretkenliğinin çok az olduğu, yani insanların çalışarak ancak kendi yaşayacakları kadar üretebildikleri bir toplumda, ortada bir artı ürün olmadığından sınıflar olamaz, sınıflar olamayınca ideolojiler de olamaz.
Bu örnek bize, dini bir ideoloji olarak tanımlamanın da yanlışlığını gösterir. Eğer din bir ideoloji olsaydı, sınıfların ve dolayısıyla ideolojilerin olmadığı toplumlarda din olmaması gerekirdi.  Sınıfların ve ideolojilerin olmadığı toplumlarda de din vardır. Dinsiz toplum yoktur. Toplum nerede varsa orada din vardır.
Nerede toplum varsa orada altyapı ve üstyapı vardır. Hepsinde din olmasının nedeni, din denen şeyin tamı tamına üstyapının somut bir görünümünden başka bir şey olmamasıdır. Yaptığımız büyük keşif bundan ibarettir.
Bunun görülememesinin nedeni de, modern toplumdaki din anlayışının veya dinin modern toplumdaki işlevinin bütün tarihe yayılmasıdır. Yani modern toplumda din, akıl dışı ve özele ilişkin olarak görüldüğünden, bütün tarihte de böyle imiş gibi ele alınmaktadır. Bu nedenle dinin ne olduğu sorusu cevaplanamamış hatta bu soru sorulmamıştır. Çünkü modern toplumda dinin ne olduğunun bilinmediği bilinmemektedir. Bir şeyi bilmediğini bilmemek en korkunç fasit daireleri yaratır.
Halbuki tarihte, ya da kapitalizm öncesinde apaçık görülen bir durum vardır, dinin dışında hiç bir şey, ne ahlak, ne sanat, ne bilim vs. olamaz. Her şey dinseldir.
İnsanların yaşamı bile en küçük ayrıntısına kadar din ile ya da din tarafından belirlenir. Doğum öncesinde ana ve babanın kimler olabileceğinden ve bunların nasıl çiftleşebileceğine ilişkin kural ve ritüellerden; doğum ritüellerine ve isme; yenecek yemeğe, nelerin yeneceğine veya yenmeyeceğine, neyin ne zaman ve nasıl giyileceğine; kimin nerede nasıl barınacağına; ölünce nerede ve nasıl gömüleceğine veya gömülüp gömülmeyeceğine kadar her şey dinseldir.
Dinin üstyapının kendisi, somut ifadesi olduğu önermesi ile bütün bunlar açıklığa kavuşmaktadır. Sadece bu değil, böylece altyapı ve üstyapı ilişkisi de açıklığa kavuşmaktadır. Dinlerin böylece aydınlanmanın din anlayışına göre saçma olan o muazzam önemi de anlaşılır olmaktadır. Çünkü Üstyapı altyapının üzerinde yükseldiği ve altyapıyı düzenlediği için, din böylesine önemlidir; çünkü altyapının işlemesini sağlamaktadır.
Böylece dinin bütün toplumlarda görülmesi, dinin o muazzam önemi, örneğin tarihi kalıntılardaki herşeyin dinsel olması vs. birden bire o anlaşılmaz ve saçma görünümünü kaybetmekte son derece anlaşılır ve açık bir hale gelmektedir.
Bütün dinlerin özellikleri bile bu yaklaşın içinde kolayca açıklanabilir hale gelir. Örneğin Çin’in hece yazısının sağladığı birlik nedeniyle bir tek tanrı fikrine ihtiyaç bırakmaması; Hindistan’da Hinduizmin binlerce tanrıya dayanması ve kast sistemi; Orta Doğu ve Akdeniz’de kıvrak deniz ticareti ve tek tanrı fikri; Budizmin niye Hindistan’da doğmuş olmasına rağmen, Çin ve Hindistan dışı yeterince uygarlaşmamış bölgelerde yayıldığı gibi yüzlerce ve binlerce soru kolaylıkla açıklanabilir hale gelmektedir. Tarih anlaşılmaz olmaktan çıkmakta son derece anlaşılır olmaktadır.
Ancak bu keşfin, yani dinin tümüyle üstyapı onun somut görünümü olduğu önermesinin esas büyük, alt üst edici, devrimci, bizi bile buluşumuzun sonuçları karşısında hayrette bıraktırıcı sonucu, modern topluma ilişkin sonuçlarıdır.
Üstyapı analitik bir kavramdır, yani tüm toplumlarda var olan görüngüleri ifade eder. Bu durumda elbet modern (kapitalist) toplumun da bir üst yapısı vardır. Peki, o halde, din üstyapı ise, onun somut görünümü ise, kapitalist ve modern toplumun üstyapısının somut görünümü veya biçimi, yani dini nedir?
Biz buna, dine inanç demenin; inanç diye özele atabilmek için de; bir özel ve politik ayrımı yapmanın kendisi modern toplumun dinidir cevabını verdik. Böylece dinin ne olduğunun keşfi bizzat modern toplumun dinin de analizinin ve deşifresinin başlaması anlamına gliyordu.
Burada din kavramının farklı kullanım ve içeriklerini de ayrıştırdık. Bu günkü kapitalist ya da modern toplumda din denen şeyin din olmadığı; bu dinin basit bir bileşeni olduğu sonucuna ulaştık.
Böylece aynı din kavramıyla karşılanan ve dinin ne olduğun anlamayı zorlaştırıp karışıklıklara yol açan üç farklı olguyu birbirinden ayırdık.
1)      Tüm toplumlarda var olan, tüm toplumun üstyapısı olan din. Hukuk, ahlak, sanat, bilim vs. hiçbir şeyin onun dışında olamadığı din. (Bu modern toplumda ve onun dininde de böyledir. Bu din kavramının en zor kavranan anlamı ve içeriğidir.)
2)      Modern toplumunun dininin din olarak tanımladığı, aslında kendisinin basit bir bileşeni olan inanç olarak din. (Maalesef din hep bu anlamda ele alınmakta ve bütün yanlış anlamalar ve kafa karışıklığı buradan çıkmaktadır. Bu anlamıyla din, sadece modern toplumda vardır ve modern toplumun dininin bir bileşenidir.)
3)      Bir sosyal hareketin veya toplumsal gücün bayrağı olarak din. (Marksizm bu anlamıyla ve işleviyle dini epeyce ele almıştır. Bu anlamda din, sadece sınıflı toplumlarda vardır.)
*
Şimdi bu kısa özetten sonra,
·                     Din bir toplumun üst yapısının somut görünümüdür, biçimidir;
·                     Modern toplumun dini de özel politik ayrımı ile eski dinleri toplumsal hayatı düzenlemekten uzaklaştırmakta ve onları kendi eksiğini tamamlayan basit bir bileşenine döndürmektedir;
önermelerinin nasıl alt üst edici sonuçlara yol açtığını birkaç örnekle gözlere batırmaya çalışalım.
Bu önermenin, bir parçacık düşünme ile çıkarsanabilecek ve çıkarsanması gereken birkaç sonucunu şuraya alt alta yazdığımızda bile bu alt üst edici sonuçlar görülebilir.
Bunların bir kaçını alt alta sıralayalım.
·                     Eğer Din, tümüyle üstyapının kendisi, somut biçimi ise, üstyapısız bir toplam olamayacağından, dinsiz bir toplum ve dinsizlik mümkün değildir. Halbuki bu gün Marksistlerin de çoğunun kabul ettiği, aslında modern toplumun din kavramı olan kavrama göre, insanlar kendilerini dinsiz olarak tanımlıyorlardı. Bu yeni kavrayışa göre ise, kendisini dinsiz olarak tanımlayanlar, dinin özele ilişkin olduğunu, bir inanç olduğu söyleyen modern toplumun dinindendirler
·                     Dinsiz toplum olamayacağına göre dinsiz insan da olamaz. Ben dinsizim, benim dinim yok diyenler aslında dini inanç olarak tanımlayan dinden olduklarını ifade etmiş olurlar. O halde, benim inancım İslam’dır, ben Hıristiyanlığa inanıyorum vs. diyenler de bu sözleriyle Müslüman ya da Hıristiyan olduklarını değil; dinleri inanç olarak tanımlayan dinden olduklarını ifade etmiş olurlar.
·                     Eğer Din tümüyle üstyapı ise, hiçbir şey, alt yapıya dahil olmayan hiçbir toplumsal fenomen üstyapının dışında var olamayacağından, bilim de dinin dışında var olamaz. O halde, bu günkü, bilim ve dini zıtlık içinde ele alan bilim kavrayışımız da, bilim sınıflamalarımız da dinseldir. Yani bütün bilim ve din kavramları ve kavrayışları da dinseldir ve ancak dinlerin içinde anlaşılabilirler. Ama bizzat bu önermenin kendisi de yine dinseldir ve otomatikman yeni bir dinin bir önermesidir. Bu önermeyle biz kendisinin ve bildiği her şeyin de dinsel olduğunu söyleyen bir dinin kavramlarıyla düşünmeye başlamış ve şeni bir dini ifade etmeye başlamış oluruz.
·                     Benzer şekilde, hiçbir şey dinin dışında olamayacağından, “dinin tümüyle üstyapı olduğu” önermesi de bir yeni dinin önermesidir. Bu din,aydınlanmanın da bir din olduğunu gösteren ve bunu göstermenin de bir din olduğunu söyleyen bir dindir.
·                     Din Üstyapı olduğuna ve Marks’a göre de devrimler, ekonomik temeldeki yeni ilişkilere uygun yeni bir üstyapının eskinin yerini alması olduğuna göre, bir dinden diğer dine geçişler devrimlerdir.
·                     O halde, dinden dine geçişleri anlatan Peygamberler Tarihi aslında Devrimler Tarihidir. Peygamberler ve din kurucuları en büyük devrimcilerdir.
·                     Modern toplumun devrim kavramı da tıpkı din kavramı gibi özel politik ayrımına dayanmaktadır, dolayısıyla devrimi sırf politik iktidar ve sınıf iktidarıyla sınırlamıştır. O halde, bu yeni din kavramına ve dinden dene geçişlerin din olduğu kavrayışına dayanan bir devrim kavramına ulaşmak gerekmektedir.
·                     O halde, Marksizm veya sosyalizm gerçekten bir devrim yapmak ve devrimci olmak istiyorsa, bir din olmak zorundadır. Marksizm’in başarısızlığının sebebi, onun bir “din” (yani modern toplumun din kavrayışıyla bir inanç) olması değil; bir din (yani iktisadi temele uygun bir üstyapı tasavvuru) olamamasıdır.
·                     Yani Marksizm şimdiye kadar bir bilim olamamakla bir din olmakla eleştirilmişti, şimdi Marksizm kendisini, bir din olamamakla (yani modern toplumun dininin bilim ve din kavramlarından kendini kurtaramamış olmakla) eleştirmelidir.
·                     Marksizm kendisini bilim olarak tanımlanması, modern toplumun dininin bilim kavramına dayanmaktadır. Ama Marksizm bizzat kendisi bu tespiti yaptığı an, modern toplumun dininin din ve bilim kavramlarının dışına çıkmış, dolayısıyla yeni bir dinin kavramlarıyla konuşmayla başlamış olur. O andan itibaren Marksizm yeni bir dindir ve kendine eleştirisini daha önce bir din; yani ekonomi temeline uygun yeni bir üstyapı tasavvuru olamadığı noktasından yapar.
·                     Dinler tümüyle üstyapı ise, bütün dinlerin en akıl almaz ve saçma görülen bütün özelliklerinin aslında hiç öyle olmadıklarının; onların aslında var olan ekonomik temeldeki ilişkilere uygun bir üstyapı oluşturduklarının gösterilmesi gerekir. Bu sosyolojinin e tarihin esas konusudur.
·                     Ama bunu göstermenin bizzat kendisi de, yani dini bir inanç olarak değil üstyapı olarak ele almanın kedisi de yine bir dinin (yani bir üstyapının) içinde var olabilir ve onun bir ifadesidir. Ve bizzat bu ifadenin kendisi de yine öyledir. O halde, sosyoloji (Tarihsel maddecilik veya Aydınlanmanın din tanımından arınmış Marksizm) yeni dindir.
·                     O halde, bilgi, dinsel olduğunu bilen; din dışında bir bilgi ve bilgi kavramı olamayacağını bilen bir bilgidir ve bu bilginin kendisi de yeni bir dinin önermesidir.
·                     Ulusçuluk Modern toplumun dininin, politik olanı ulusal olanla tanımlayan gerici ve karşı devrimci biçimidir. Ulus modern toplumun dininin gerici biçimidir.
·                     Bütün dinler var olan dinlere karşı savaş içinde ortaya çıkar ve gelişirler. O halde, yeni din de uluslara ve ulusçuluğa karşı ortaya çıkabilir ve tıpkı Aydınlanma’nın eski dinlere yaptığı gibi, bizzat ulusları ve ulusçuluğu politik alanın dışına atarak özele ilişkin kılar. Bugün eski dine karşı mücadele, uluslara karşı mücadeledir.
·                     Devrimleri yeni dinlerin kurucu ve savaşçıları ortaya çıkarır ve zafere götürürler. Elbette bütün yeni dinleri (yani devrimleri) ezilenler taşırlar ve zafere götürürler, ama ezilenler olarak değil. Köleler Hıristiyanlar olduklarında, Mekke’nin plepleri Müslümanlar olduklarında, Paris’in Baldırı çıplakları Jakobenler oılduklarında. O halde yeni dini de elbet işçiler ve ezilenler yükseltecektir ama işçiler olarak değil, insanlar olarak. İşçiler işçi olarak devrim yapamazlar.
·                     İşçiler İnsan olduklarında, tıpkı pleplerin Müslüman olduklarında bir devrim başarabilmeleri gibi, bir devrim başarabilirler ve İslam ve Aydınlanma’nın vasiyetini yerine getirebilirler.
·                     İnsan, biyolojik bir kavram olan, sosyal hayvan anlamındaki insan kavramıyla karıştırılmalıdır. Bu küçük harfle insan değil, büyük harfle İnsan: sadece dinlerin değil, ulusların da kişilerin özel sorunu olmasını savunandır.
·                     Nasıl hem puta tapmak, yani Allaha şirk koşmak ve hem Müslüman olmak mümkün değilse, insan hem bir ulustan (yani örneğin Türk) hem de İnsan olamaz.
·                     En kutsal savaş herkesin “kendi” ulusuna “nefsine” karşı savaştır. İşçiler  veya insanlar (burada küçük harfle insan) ancak bu savaş içinde İnsan (Burada büyük harfle) olabilirler.
Görüldüğü gibi, Dinin tümüyle üstyapı olduğu önermesi, bütün bildiklerimizi, programlarımızı, stratejilerimizi, örgüt ve mücadele anlayışlarımızı alt üst etmektedir.
Bu önermeyi tüm kapsamışla ve sonuçlarıyla anlamadan ne dediğimizi anlamının ve onlarla bir tartışmaya girmenin olanağı bulunmamaktadır.
İşin ilginci, biz bile bu önermenin kapsamını ve sonuçlarını yeni yeni kavrayabiliyoruz ve şaşkınlığa düşmekten kendimizi alamıyoruz.
07 Ocak 2010 Perşembe




Din “afyon” mu, “protesto” mu?
Burhan Sönmez
Marks, “Din afyondur” demekle kalmaz. Bu ifadeden önceki ve sonraki cümlelerde din üzerine düşüncelerini açıklar: “Dinsel sıkıntı hem gerçek ıstırabın bir ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, mazlum varlığın feryadı ve ruhsuz koşulların ruhu olduğu gibi kalpsiz bir dünyanın da hissiyatıdır” der.
Bu sözler, “Din halkın afyonudur” ifadesiyle bir arada değerlendirildiğinde, dine bakışta Marks’ın dinamik bir yaklaşıma sahip olduğu görülür. Çünkü din, hem “halkın afyonu” hem de “gerçek ıstıraba karşı bir protesto” olabilmektedir. “Afyon” ifadesinden önceki ve sonraki cümleler arasında görülen fark, Marks’ın çelişkiye düştüğü anlamına gelmez, aksine bu konuya diyalektik bir bütünlük içinde yaklaştığına işaret eder.
Dinin mutlak kötü olduğu ve “sadece” gericilik taşıdığı düşüncesi, Marks’a değil, daha çok burjuva aydınlarına ve kaba materyalistlere aittir. Onlar, dinin ezelden ebede “tek bir öz” taşıdığını ve bunun hiç değişmediğini iddia ederler. Bir tür “skolastik ateizm”dir bu.
Marks ve Engels, dinin, toplumsal yapıların bir parçası olduğu gerçeğinden hareket ederler. Toplumsal yapı içindeki gelişmelere ve çatışmalara göre, dinin ifadesi ve biçimi değişebilir. (Marks ve Engels, iki farklı düzlemi karıştırmazlar: Düşünsel olarak materyalist felsefeyi benimserler. Politik düzlemde ise, dinin materyalist reddi yerine, onun sosyal gerçeklik içindeki konumuyla ilgilenirler.)
Hıristiyanlık ilk ortaya çıktığı dönemlerde kölelerin ve ezilenlerin diniydi. Bunu hatırlatan Engels, dinin her zaman gerici olmayabileceğini söyler. Yoksul köylü isyanlarını örnek verir. İlahiyatçı Thomas Müntzer’in 16. yüzyılda Almanya’daki köylü ayaklanmasına öncülük etmesini ve onun yeni din yorumundaki eşitlikçi esasları hatırlatır. Thomas Müntzer’in ve sekiz bin isyancının yenilgisi, hem yoksulların hem de yoksullardan yana bir din yorumunun egemenlerce yerle bir edilmesidir.
Thomas Müntzer’den bir asır önce benzer bir olay Anadolu’da yaşanır. Bir din adamı olan “Şeyh” Bedrettin, yoksul köylü isyanlarına katılır ve hayatını bu yolda verir. Onun din yorumu, hem ilahi hem de sosyal açıdan eşitlikçi bir nitelik taşır. Bu hareketler, “yoksullar” ve “din” kavramlarının bir arada olabileceğini gösterir.
Dinin hiçbir zaman ilerici olmadığı ve sadece gerici nitelikler (afyon) taşıdığı iddiası, sosyal gerçekliğe uymaz. Bu iddia, Marks’ın “dinin gerçek ıstıraba karşı bir protesto” olabileceği tespitini görmezden gelir. Bu bakış, ne Anadolu’daki Babai İsyanları’nı ne de Aleviliğin niteliğini açıklayabilir.
Latin Amerika ülkelerinde son elli yıldır kilise içinde yaşanan ayrışma, din alanındaki farklı yorumların devam ettiğini gösterir. Orada, emekten yana olmayı ve kapitalizme karşı mücadele etmeyi tercih eden yeni dinsel akımlar ortaya çıktı. Kurtuluş İlahiyatı olarak adlandırılan bu hareketler, Vatikan’ın işbirlikçi dinciliği ve CIA ile ölümüne bir mücadeleyi göze alarak, dinin sol yorumunu başarıyla kurdular. Hıristiyan hareketlerin Nikaragua’daki gerilla devrimine katılmalarını örnek vermek yeterli olur. Devrimden sonra ünlü papaz Cardenal, kültür bakanlığı görevini yürüttü. Orada devrimciler Hıristiyanlara “Sizin dininiz gericiliktir” diye propaganda yapmadılar. Dindarların “sosyalizm” ve “din” olgularını bir araya getirmesinden sadece mutluluk duydular.
Aynı şekilde geride bıraktığımız yüzyılda İslam coğrafyasında Ali Şeriati ve Mahmut Taha gibi ilahiyatçıların sosyalist din yorumları dikkat çekti, ama onlar Latin Amerika hareketlerindeki başarıyı gösteremeyerek yenildiler.
Dinin “afyon” veya “protesto” hali, dine sarılanların sınıfsal ve sosyal terchilerinde rengini bulur. Bugün ülkemizde din, sağcı ideolojinin ve neoliberal politikanın aracı haline getiriliyor. Hakim eğilimin bu olduğu bir gerçek. Sosyalistler, egemenlerden yana olan bu sağ dinciliği teşhir ederler. Ama dinin kendisini hedef tahtasına koymazlar. Din karşıtı bir dil kullanmazlar. Dinin kendisine değil, onun belli bir (sağ) yorumuna karşı mücadele ederken bu hassas çizgiye dikkat ederler.
Rosa Luxemburg 1905 yılında kaleme aldığı “Kilise ve Sosyalizm” adlı metinde bunu açıkça belirtir. “Sosyalizm, dinsel inanca karşı savaş vermez” der. “Tam tersine, herkese tam vicdan özgürlüğü ve her inanca ve düşünceye mümkün en geniş hoşgörüyü ister.” Özgürlüğün her zaman başka türlü düşünenlerin özgürlüğü olduğunu gösterir Rosa Luxemburg. Bununla birlikte, dinin egemenlerin elinde bir araç olarak kullanılmasına karşı mücadele edileceğini vurgular. Hem sosyalist (özgürlükçü) bir laiklik perspektifini, hem de egemenlerin aracı olan din anlayışına karşı mücadeleyi diyalektik bir incelikle ele alır. Bu yaklaşım, sosyalistler ile burjuva radikalleri (ve kaba materyalistler) arasındaki ince çizgiyi gösterir.


Kasitin, Marikin, Nakisin: Üç Cephede Savaş / Mustafa YILMAZ


"Ölmek her şey değildir, zamanında ölmek gerekir."
Sartre

Anatole de Monzie başkanlığında Fransız Ansiklopedistleri tarafından oluşturulan komite Fransız Ansiklopedisi'nin giriş yazısına şu tarihi cümleyi eklemişti; "Bugünkü nesli entelektüel şuuru muayene etmeye çağırıyoruz."

Tarihin önemli dönemeçleri arasında saydığımız modern Batı Aydınlanması hem geleneğini hem de o gün mevcut düşünce dünyasını eleştiriye tabi tutarken, onu bir hastalıkla mamul sayarak bu işe girişiyordu. O günden bugüne kadar diyebilirim ki, aynı anomi hayatını devam ettiriyor. Çünkü yeni olan her şey bir yanıyla yıkıcı bir yanıyla yapıcıdır ve öyle de olmalıdır. Yıkıcı değilse yeni olamaz ama yapıcı da değilse sadece bir anomidir. Batının ürettiği o akıl aynı anomiyi hali hazırda sürdürüyor. Tanrı öldü, kilise egemenliğine son verildi. Gerekli miydi? Elbette. Yerine ne kondu? Hümanizm, rasyonalizm, pozitivizm. Rousseau gibi cumhuriyetçiler, Diderot gibi mutlak monarşistler bir araya gelip yeni zamanların dilini ve düşüncesini kurdu. Dil yeni bir düzene kavuşturulmadıkça düşünce de yenileşemez diyordu, Diderot. Öyle de oldu. Maesefa bu dil çataldır. Beyaz adam çatal dillidir.

Kendisini dini hegamonyadan kurtarmaya çalışan Batı, insanlığa beşeri bir hegamonya armağan etti. Bizim "muhit-ül maarif"imiz Kur'an ve Resulullah'ın sünnetidir. Akıl bizim için bir köprüdür. Rasyonalite açısından beşer idrakini aşan her prensip reddedilmelidir! Ne bahtiyarlık! Batının defter-i amali kanla yazılmış zulmün varakalarından ibarettir. Yaşadığımız günler Furkan günleri değil mi? Bir zamanlar Batı tarafından tanrılaştırılan oyuncaklar sefil paçavralar gibi tekmeleniyor. Batılı ağabeylerin sevgili yeğenleri son günlerini yaşıyor. Ortadoğu coğrafyası bir yanıyla kan gölü, bir yanıyla kandan deryalarda gemiler yüzüyor.

Savaşın sonu ne olacak sarhoş ve çılgın bir fecir mi? Yoksa şaşalı bir gurub mu? Harabeler üzerinde tevhidin, adaletin ve özgürlüğün ehramı mı yükselecek yoksa para, haset ve haz putları mı boy gösterecek?
Bugün ve bütün zamanlarda savaş üç güruhla ve üç güruha karşı yapıldı. Bunlar Doktor Şeriati'nin deyimiyle hem risaletin hem de kurtuluşun üç ezeli ve ebedi düşmanıdır. Bunlar kasıtin, marıkin ve nakisin gruplarıdır. Bunlar "hakikat düşmanları", "hakikati tanımayan şuursuzlar" ve "hakikati bilen hainler".

Savaş kızışmıştır. Kasıtin, marıkin ve nakisin grupları üç cepheden saldırıya geçmiştir. Bir yandan açık düşmana karşı savaşmak gerekliliği aciliyet arz ederken, diğer yandan şuursuz hakperestlere karşı savaşmak gerekiyor. Bu da yetmiyor. Hakkı tanıyan hainlerin tuzaklarını da boşa çıkarmak gerekiyor. Bunun için ideolojik bir zenginliğe, siyasal bir birlikteliğe ve sınıfsız bir sosyal dokuya ihtiyaç vardır. Her hangi bir ahlaki ucuzluğa düşmeden savaşımı sürdürme iddiasını canlı tutanlar savaşı kazanacaklardır.

Kasıtin grubu insanların özgürlüklerini satın almaya, onları mahkûm etmeye kalkan iradedir. Marıkin, bilinç ve şuur karşısında muhafazakârlığı bayraklaştırarak savaş açanlardır. Nakisin ise adalet şiarı karşısında ihanetlerini ortaya koyanlardır. Özgürlük, adalet ve bilinç bu üç cepheyi açtı ve onlara karşı savaşımı sürdürdü.

Özgürlüğe ipotek koymaya çalışan kılıçlara ve silahlara sabredenler zincirlere tahammül edemezler. Bilim, medeniyet ve kültüre karşı ideolojinin, imanın ve devrimin safında yer alanlar için tevhid tektir. Filozofun tevhidi, sufinin tevhidi, kelamcının tevhidi yoktur. Baltasını putların tepesine indiren İbrahim'in tevhidi vardır. Bu tevhid bize sığınmacı sözlerin ve eylemlerin zaid olduğunu ayan beyan gösteren adalet ve özgürlük yoludur.

Ortadoğu'nun direnen çocukları bir bayrağı yükseltiyor. Bu, direnişçilerin gözleri kapalı, kanlar içinde ve yaralı olarak yükselttikleri bayraktır. Gözlerini açtıklarında görecekleri bayrağın aynı bayrak olmasını istiyorlarsa bayrağın yükseldiği her metreyi iyice hesap etmeleri gerekiyor. Uğruna ölümlere gittikleri ölümün ucuz bir ölüm olmasını istemeyenler ufkun en uzak çizgisine gözlerini dikmelidirler.

Kendisini Kur'an'a ve sünneti Rasulullah'a nispet eden herkes bu üç cephede savaş vermek zorundadır. Batılı ve doğulu bütün Tiranlara, Firavunlara, Nemrutlara ve onların işbirlikçi rejimlerine karşı yani kasıtine karşı savaş kaçınılmazdır. Onlar hakkın düşmanları, şeytanın dostlarıdırlar. Onlar Wietnam'ın, Halepçe'nin, Newala Qasaba'nın, Gazze'nin, Hama'nın, Başbağlar'ın, Bağdat'ın, Kahire'nin, Mekke'nin, Bingazi'nin, Şam'ın elleri kanlı katilleridir. Onlar kıst'ın yani adaletin düşmanı olan Kasıtin zümresidir. Adalete kasdetmiş zalimlerdir. Halkın haklarının ve özgürlüklerinin düşmanlarıdır. Zorba, mütecaviz ve diktatörlerdir. Cepheleri, çehreleri, tavırları, geçmişleri, sloganları tümüyle açık ve belirgindir. Halk da bunları tanır ve bilir. Bunlar halkın dış düşmanlarıdır. Bunlar Musa'nın savaştığı Firavun, Karun ve Belam Baur üçlü çetesiydi. Bunlar yerin dibine geçti fakat savaş bitmedi. Onların yerini yenileri aldı. Sezarlar, Brütüsler ve Papalar… İslam Peygamberi geldi… Kureyş aristokrasisi ile savaştı. İran, Mısır, Yemen ve Roma istibdatlarıyla, şairlerle, filozoflarla, ahbarla, azizlerle, keşişlerle savaştı. Onlar yenilince peygamberin halifesi olmaya soyundular. Kayserler ve Kisralar peygamber sarığını başlarına geçirerek halife oldular, ahbarlar, keşişler imam ve fakih oldular, ellerini halifenin elleri üzerine koyarak zer, zor ve tezvire dayalı istibdat güçlerini tevil ettiler. Bunlar siyasal otoriteyi gaspeden zalimler, onların para babaları tüccarlar ve onların emrindeki din adamlarıydı. Siyaset, iktisat ve teoloji el ele vermiş tarih boyunca aziz İslam'a karşı savaş veriyordu. Savaş bitti mi? Hayır.

Bir diğer cephede boy gösteren şuursuz, mutaassıp, kötü düşünceli, düşmana zemin hazırlayan, garazkârların, münafıkların, sahtekârların oyuncağı, dinden, doğruluktan ve haktan sapmış, ücretsiz memurlar ve kinleri olmayan garazkârlardır. Bunlar daha önce dindar idiler ve hak cephesinde görünürlerdi. Bunlar Allah'ın Kehf Suresi 103-104. ayetlerde "güzel iş yaptıklarını zannettikleri halde, dünya hayatının peşinde tüm çabaları eğri ve çarpık olan kimseler" diye tarif ettiği hak yoldan sapmış, doğru yoldan yüz çevirmiş marıkin grubudur. Bunları yaşadığımız yüzyılda çok gördük. Bunlar cemiyetin içerisinde dolaşırlar, bizimle aynı kahvehanelerde otururlar, çeşitli makamları işgal ederler, öyle ki bazen bize nasihat etmeye kalkarlar. Yaptıkları işleri kendilerini oyalayan bu kimseler, kimliklerini ve kişiliklerini kaybetmiş zavallılardır. Bunlar dünya istikbarının gönüllü savaşçıları olmuşlardır.

Üçüncü cephede savaşımın muhatapları ise dostlarını, dava arkadaşlarını, inanç kardeşlerini yarı yolda bırakan, ucuz dünya karşılığında onları satan, düşmanın eline tutuşturduğu paslı hançerlerle onları arkadan hançerleyen nakisin grubudur. Bunlar ucuz cennet yolcularıdır. Zalimlerin sofralarının kırıntılarını afiyetle yiyen kurtçuklardır. Hainler, ajanlar, işbirlikçilerdir. Zaman zaman ahlaki mazeretler öne sürerler. Zaman zaman sessizce sıvışıp giderler. Gücün köleleri ve paranın kulcuklarıdır. Cahil ve mutaassıp kimselerdir. İnançları zayıf şuursuzlardır. Kufe'ye Hüseyin'i çağıranlar bunlardır. Malik bin Eşter'in kumandasındayken aniden saf değiştirip Muaviye'nin safında Ali'ye karşı savaşanlar bunlardır. Kınayıcıların kınamasından korkarak İslami şiarları gizleyenler bunlardır. Mızrakların ucuna Kur'an'ı takanlar bunlardır. Bu cephe çok yüzlüdür. Hep ayrı sebeple, ayrı bir mazeretle savaş meydanından kaçan, kaçarken dava arkadaşlarını düşmana gammazlayanlar bunlardır.

Bu üç grup el ele vermiş, İslam'a karşı küfrün, sömürünün, şirkin, zulmün, istikbarın, istiğnanın zaferi için savaşmaktadır. Dünyanın ezilen Müslüman ve Müslüman olmayan halkları bu üçlü çeteyi iyi tanımalıdır. Bunlar, hakikatleri geçersiz kılmak için o hakikati söz konusu edebilir ve o hakikate meyledebilirler. İdeolojiyi ve sorumluluğu ortadan kaldırmak için bilim ve kültüre vurgu yapabilirler. İsmet'e karşı hizmet'i öne çıkarabilirler. Hakikatin tahrifi için şiarları süslü ve puslu hale getirerek abartının aldatıcılığı ile göz boyamaya kalkabilirler. Takvayı ortadan kaldırmak için terakki teranesini dinletmeye kalkabilirler. Siretleri unutturmak için suretleri öne çıkarırlar ve manayı şekle kurban ederler. Toplumsal sorumluluğun zayıflatılması ve mahkûm edilmesi için saptırıcı bir hile olarak bireysel ahlakı öne çıkarırlar. Nihayet bunlar hiçbir şey söylememek için çok şey söylerler.

Şimdi dünyanın ve Orta Doğunun halkları bu üç gruba karşı savaşmaktadırlar. Diktatörlere, satılmışlara ve hainlere karşı. Savaş açıktır ve sorgulanma kabul etmeyecek kadar saftır. Hedef saptırmaya kalkanlar karşısında uyanık olmak gerekir.

Peygamber Aleyhisselam, Tebük savaşına çıkarken bütün gücünü seferber etmek için çok uğraşıyordu. Rumlarla yapılacak bu ilk savaşı peygamber çok önemsiyordu. Zahidane kılıklı birisi gelerek şöyle dedi: "Efendim ben savaşa katılamayacağım". Peygamber sebebini sordu. O şöyle cevap verdi: "Ben açıkça itiraf ediyorum ki, beyaz tenli ve mavi gözlü Rum kızları karşısında dayanamam, beni muaf tutun bırakın dinimi koruyayım". Görüleceği üzere adam doğru bir ipe tutunuyor. Bir hakikati başka bir hakikatle karşı karşıya getiriyor. Cihada karşı ahlak! Kendisini sakındırıyor ve "Sizin gönlünüz sağlam ama ben zayıfım, siz gidin savaşın ben Medine'de kalayım" diyor. O, toplumsal sorumluluktan kaçınmak için bu yola başvuruyor ve cihadı kendisinden sakıt kılmak için ahlaka sığınıyor. Peygamber bu pis hilekârın davranışından o kadar iğreniyor ve onu o kadar hakir görüyor ki, onu azarlamak veya savaşa razı etmek bir yana adeta ona; "Kal ve sahte dinini koru ki sahte takvanın kötü kokusu mücahitlere bulaşmasın" dercesine ondan yüz çevirip susuyor.

Halkın savaştığı hak meydanında, Furkan gününde olmadıktan sonra nerede olursan ol. İster içki sofrasında otur ister namaza dur, ne fark eder. Bugün savaş bu üç zümre iledir. Savaş kızışmıştır. Halka karşı hakkın düşmanları, haktan dönenler ve hakkın şuursuz sevdalıları el ele vermiştir. Hakikati tahrip etmek için ona saldırmaktadırlar. Saldırının sonuç vermediğini gördüklerinde onu sahiplenerek savunmaya kalkmaktadırlar.
Mısır budur, Tunus budur, Yemen budur, Libya budur, Bahreyn budur.

Üç tarihsel zümrenin temsilcileri bugün sahnededir ve oyun yeniden oynanmaktadır. Oyun ki ne oyun!

www.aliseriati.com


Büyük Diktatör, Charlie Chaplin'in 1940 yılında çektiği politik komedi filmidir. Aynı zamanda Chaplin'in ilk sesli filmidir.Filmde Nazizm ve Adolf Hitler oldukçe sert bir şekilde eleştirilmektedir. 


Büyük Diktatör, Charlie Chaplin'in yönettiği ve başrolü Paulette Goddard ile paylaştığı, 1940, ABD yapımı politik komedi filmidir. Aynı zamanda Chaplin'in ilk sesli filmidir.

Filmde Nazizm ve Chaplin tarafından canlandırılan Adolf Hitler oldukçe sert bir şekilde eleştirilmektedir.
ABD'nin resmi olarak Nazi Almanyası ile hala barış içinde olduğu ve savaşa henüz girmediği bir dönemde çekilen filmin, kendi dönemi içinde sıradışı bir yeri vardır. Hitler ve emrindeki Nazilerin işgal ettikleri bölgelerde yaptıklarının henüz tam olarak açığa çıkmadığı bir dönemde, Chaplin yaptığı film ile Hitler'in Yahudi mallarını kamulaştırması, antisemitizm, faşizm konularını Nazileri yerden yere vurarak işlemiş; hatta filmde Nazileri beyinleri ve kalpleri makineden yapılma insanlar olarak tanımlamıştır.


"Büyük Diktatör", 1997 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.



Büyük Diktatör Filmi Final Konuşması



"özür dilerim ben imparator olmak istemiyorum. bu beni ilgilendirmiyor. hükmetmek veya işgal etmek istemiyorum. herkese yardım etmek istiyorum. yahudi , katolik , siyah, beyaz. hepimiz birbirimize yardım etmek istiyoruz. diğerinin mutluluğu hepimizi mutlu ediyor. hiç kimseden nefret etmiyoruz. hiç kimseyi aşağılamıyoruz. bu dünyada herkese yer var. dünyada herkesi doyuracak kadar zenginlik var. hayat hür ve güzel olmalı. biz doğru yoldan çıktık. iktidar hırsı insan ruhunu zehirledi, nefret duvarları ördü. bizi mutsuzluğa ve insan kıyımına mahküm etti. hızı keşfettik ama yerimizde sayıyoruz. makineleşme bolluk yerine yokluk getirdi. bilgimiz bizi saygısız ve yobaz yaptı. çok düşünüp az hissediyoruz. makineden çok insanlığa ihtiyacımız var. beceriden çok iyiliğe ihtiyaç duyuyoruz. aksi takdirde şiddet galip gelecek ve hayat yok olacak. uçak ve radyo bizi birbirimize yaklaştırdı. bu icatların temelinde iyilik kardeşilik ve beraberlik var. şu anda sesimi milyonlarca insan duyuyor. umutsuz kadın, erkek ve çocuklar... masum insanlara işkence yapan , hapse atan bir sistemin kurbanları onlar. beni duyanlara sesleniyorum. umutsuzluğa kapılmayın!!!



mutsuzluğumuzun sebebi hırslı kişilerin insalığın ilerlemesinden korkmasıdır. nefret geçer , dikatatörler ölür. halktan aldıkları iktidar halka geri döner... insanlar ölür , hürriyet ölmez!

askerler !

zorbalara itaat etmeyin. onlar sizi eziyor...

düşünce ve hareketlerinizi planlıyor... sizin koyun yerine koyuyorlar!!

insanlıktan çıkmış beyni ve kalbi makineleşmiş kişilere teslim olmayın... siz ne makine ne koyunsunuz!!! sizler insansınız!!!

kalbinizde insanlara aşk besliyorsunuz. sizde nefret yok. sevilmeyen insan kin besler. askerler , esirlik için değil , hürriyet için savaşın. aziz luke 'ün dediği gibi cennetin kapıları insana açıktır. bir kişiye , bir gruba değil herkese açıktır.

güç sizin halkın elindedir... makine ve mutluluk yaratma gücü... bu güçle yaşamı hür ve güzel yapın! harika bir maceraya dönüştürün! demokrasinin verdiği bu gücü kullanalım. birlik olup harika bir dünya yaratalım. herkese iş sağlayan , gençlere umut, yaşlılara garanti veren bir dünya. yobazlar bunları vaat ederek iktidarı aldılar. yalan söylediler. zaten asla sözlerini tutamazlar. diktatörler , kendi hırsları için halkı köleleştirir... biz bu vaatleri yerine getirmek için savaşalım. dünyayı kurtaralım. milli engelleri yokedelim. hırs, kin ve yobazlığı yürürlükten kaldıralım. aklın idare ettiği bir dünya için savaşalım. bilim ve ilerleme herkese mutluluk getirsin.



askerler, demokrasi uğruna birlik olalım!"



charlie chaplin

Blog Arşivi